Makaleler
Efendi’ye bay bay, Bey’e Bay

 

 

Efendi’ye bay bay, Bey’e Bay

 

 

Toplumları oluşturan fertler, üzerlerinde cem ettikleri vasıflar nispetinde, mensubu bulundukları cemiyetler tarafından, isimlerinin önüne veya arkasına (ardına) değişik ünvanlar alırlar. Toplumların; dil, din, ırk, tarih ve kültür gibi ortak değerlerin bağlayıcı özellikleri neticesinde, fertleri bir araya getirerek vücuda geldiği düşünülürse, tek bir ferde ait olan bu ünvanların, sadece o ferdin önemini ve değerini ifade etmekle kalmayıp, aynı zamanda o ferdin mensubu olduğu cemiyetin de sosyal, içtimaî, iktisadî, idarî, kültürel ve eğitim olarak toplam kalitesini gösterdiği söylenebilir. Çünkü cemiyetler, kendini oluşturan fertlerin varlıklarında hayatlarını devam ettirirken, fertler de mensubu oldukları cemiyetlerin önceden oluşturduğu şartlar içinde şekillenir ve şahsiyet kazanırlar. “Bizim sosyal mirasla alâkamız, tohumun, içinde büyüdüğü toprakla olan münasebetinden daha sıkıdır”[1] ifadesi, her ferdin içinde şekillendiği cemiyetin özelliklerini göstereceğinin ve de bunun neticesi olarak tek bir şahsın, bütün bir cemiyeti, temsil imkânı elde edebileceğinin ayrı bir göstergesidir. Ayrıca “Her fert evvelden tesis edilmiş örflerle tayin olunan bir sosyal münasebetin mahsulüdür”[2]  cümlesinden hareketle,  cemiyetlerin şekillenmesinde ve varlıklarını devam ettirmesinde, o cemiyet tarafından oluşturulan idarî, siyasî ve içtimaî teşkilatın; misyonu ve vizyonu, benimsediği eğitim ve ahlâk anlayışı, inanç değerleri ve dünya görüşü, uzun ve kısa vadede beklentileri, her bir fert ve topyekûn o cemiyet için önemliyse; fert-cemiyet-devlet düzeninde, tek bir ferde ait olan bu ünvanların, o ferdin ve cemiyetin yanında, devletin de genel durumu hakkında bilgiler vereceği kanısına varılabilir.

 

            “ Heidegger, ‘dil insanın evidir’ derken, dil ile insan arasında ki yakın münasebeti belirtmek istemiştir. İnsan yerine millet demekte bir mahzur yoktur. Zira dillerin başlıca vasfı ‘millî’ oluşlarıdır”.[3]Yapmış olduğumuz bütün bu tespitler ışığında; “ “efendi”, “bey” ve “bay" kelimelerinin izahını yaparak, hem bu kelimelerin kullanıldığı cemiyetlerin ve devletlerin, hem de bu ünvanlara sahip olan fertlerin, genel durumları hakkında değerlendirme fırsatı elde ederiz. Yalnız bu kelimelerin izahını yaparken, yapacağımız değerlendirmenin hudutlarını tayin etme hususunda dikkat edilmesi gereken noktalar vardır. Bunlardan en önemlisi Türkçe’de kelimelerin cümle içinde kullanıldıkları görevler itibariyle anlam kazanmasıdır. Mehmet Kaplan bununla ilgili olarak: “Eğer ‘bütün’ü, ‘mânâ’yı, ‘insan’ı bırakıp da tek tek kelimeleri ele alır, hele onları Öztürkçe, Farsça, Arapça, isim, sıfat, fiil diye ayırmaya kalkarsanız, her şeyi kaybedersiniz”[4]der. Bundan kasıt, kelimelerin farklı görevlerde kullanıldığını inkâr etmek ya da kelimeler üzerinde hiç düşünmemek değil kelimeleri cümle içinde değerlendirmektir. Zaten Türkçe’nin zenginliği, kelime fazlalığından ziyade, kelimelerin cümle içinde kazandıkları mânâların çeşitliliğinden gelir. Mesela “atmak” kelimesi cümle içinde, otuz yedi farklı anlama gelecek şekilde kullanılabilir. Oysa bu kelimeyi cümleden bağımsız sade bir sözcük olarak düşünecek olsak, elimizde tek bir anlam teşekkül eder ki bu da otuz altı ayrı anlamı öldürmek anlamına gelir. Demek ki; kelimeleri isim, sıfat, fiil olarak sınıflarken, bütünden asla kopmadan, bütün içinde kazandıkları mânâ itibariyle ele almak gerekir. Şimdi burada, bu üç kelimeyi de cümle içinde tanımadığımız bir kimsenin yerine kullanalım: “Yolumuzu kaybedince bir bay bize yardımcı oldu”, “ Karanlıkta ilerlerken anîden bir bey önümüze çıktı”, “Efendinin biri duvar kenarında bekliyordu”. Bu örneklerde görüldüğü üzere efendi, bey ve bay kelimelerinin hepside bütün içerisinde bilinmeyen bir şahsın yerini karşıladıklarında aynı anlamlarda kullanılmaktadır. Öte yandan bu kelimeler, “Efendim kendinize geliniz”, “Bayım kendinize geliniz”, “ Beyim kendinize geliniz” cümlelerinde olduğu gibi hitap olarak kullanıldıklarında da bütün içerisinde mânâ itibariyle aynı fonksiyonu üstlendikleri görülür. Fakat bu kelimelerin cümlede, herhangi bir şahsın özelliklerini belirtmek ya da nitelemek amacıyla kullanıldıkları zaman kazanmış oldukları manalar dikkate alınırsa, meseleye daha doğru bir açıdan yaklaşmış oluruz. Çünkü bu durumda asla bu kelimelerden biri, bütün içerisinde mânâ olarak diğerinin yerini tutamaz ve yerine kullanılamaz. Bu durum, cümle içinde kişileri niteleyen, belirten, kişiyi başka kişilerden ayırt etmemizi temin eden ve onlar hakkında bilgi sahibi olmamızı, karşılaştırmalarda bulunmamızı, değerlendirme yapmamızı sağlayan “sıfatları” ya da “ünvanları” ele almamıza imkân tanır. ve gerekçesiyle bu hakkı bize verir.

 

             Yun. “eféntis” kökenli olan efendi kelimesi, zaman içerisinde çeşitli şekil ve anlam değişikliklerine uğrayarak Türkçemize girmiş ve Türkçeleşmiş olup, cümle içinde bir şahsın genel durumu hakkında bilgi verirken ( sıfat olarak kullanılıp, niteleme ve belirtme görevinde kullanıldığı zaman): “(sıf.) Terbiyeli, edepli, ağır başlı ve vakur, çelebi[5], incelikli, kibar, ileri gelen, sözüne değer verilen ve sözü yerine getirilen, eğitimci mânâlarına gelir. Öte yandan, bey ve bay kelimeleri çok daha önceden kullanıla gelmiş, Eski Türkçe kökenli olup; “bey: bir yörenin ileri gelen kişisi, zengin, eşraftan kişi”[6],asilzade; “bay: “zengin, paralı, mal-mülk sahibi, varlıklı kimse”[7] ya da ağa anlamına gelir.

 

Burada, bu kısa açıklamayla yapmış olduğumuz açılımı daha iyi anlamak için, ele aldığımız bu ünvanların, cemiyetleri oluşturan; tarih, coğrafya, inanç, kültür gibi hem dili etkileyen hem de dilden etkilenen değerlerle olan ilişkisini incelemek zorundayız. Çünkü burada dil bizim mihrak noktamız olsa da, aynı zamanda dil; kültür, sanat, din, tarih ve coğrafya ile derinden bağlantı içindedir ve vücuda getirdikleri cemiyet hakkında bizlere bilgiler sunan bölünemeyen bir bütünün parçasıdır. “Dil ile tarih ve kültür arasındaki münasebeti bilen, dili tek başına alamaz. Zira dilde her kelimenin yazılış, ses, şekil ve mânâsını tayin eden, tarih ve kültürdür”[8] cümlesi de bu gerçeği doğrulamaktadır. Kaldı ki burada asıl amaçladığımız mesele, efendi, bey ve bay kelimelerinin, tarih boyunca kullanıldıkları yerler, kullanım sıklıkları, cümle içindeki mânâlarından ziyade, bu kelimelerin kültürle, dinle, coğrafyayla, tarihle olan ilişkisini de göz önünde bulundurarak; cemiyette ve cemiyetin oluşturduğu devlette zuhur eden değişiklikleri tespit etmek, bu paralelde fert-cemiyet-devlet üçlüsü irdelemektir.

 

Tarihin ve kültürün izlerinde, geçmişten başlayarak günümüze doğru bir yol takip edecek olursak, efendi kelimesinden evvel, bay ve bey kelimelerini öne alarak, bu kelimelerle fert-cemiyet-devlet üzerindeki etkilerini gözeterek değerlendirmeye başlamak isabet olacaktır. Çünkü efendi kelimesi, Türkler tarafından, Orta Asya’dan göç edip Anadolu’ya geçişten sonra kullanılmaya başlanmışken; bay ile bey kelimeleri çok daha önceden itibaren eş zamanlı olarak kullanıla gelmiştir. İki kelimenin de aynı zamanda kullanılmasının nedeni kültürün bütün unsurlarında olduğu gibi ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Yani bu iki kelime, zaman cetvelinde birbirini takip eden, birbirinin yerine kullanılan kelimeler değil, ikisi de aynı dönemde, ayrı nitelik ve özellikleri karşılayacak şekilde kullanılmıştır. Eski Türkçe’de bey, daha çok büyük, zengin, iliri gelen, reis, idare ve hakimiyeti elinde bulunduran adam anlamına gelirdi.  Bay; öncelikli olarak zengin mal-mülk sahibi, ağa mânâlarında ve ikinci olarak, Orta Asya’da Şamanizm’i benimseyen Türklerde; dinin, dil üzerindeki etkisi sonucu, bu dinin kutsal saydığı varlıkların ya da değerlerin fertler üzerindeki yansımalarını karşılayacak; (sıf.) “kutlu, ulu, soylu” olarak kullanılmıştır. Ancak, Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra değişen dinî değerleriyle birlikte, bay kelimesi bu özelliğini kaybedip öncelikli görevinde kullanılmaya başlamıştır. “Her millet dilini; kendi ihtiyaçlarına, kültürüne, medeniyet seviyesine ve zevklerine göre yaratır. Dil, tıpkı ev gibi bir milletin duygu, düşünce ve hayatının barınağı, korunağıdır”[9] ifadesi de değişen ve gelişen kültürle birlikte kelimelerin de vücudunda barındırdıkları anlamlarda değişmeler olacağını gösterir.  Kültürle din birbirinden ayrı kavramlar olmakla birlikte, aralarında köklü ilişkilere sahiptirler. Türklerin, İslamiyet’i kabulüyle; bu yeni dinin esaslarına göre yaşamaya başlamaları sonucu; duygu, düşünce, medeniyet anlayışı ve zevklerinde çok büyük değişmeler meydana gelmiştir. Bu durum, tabiî olarak kültürü de etkilemiş, birçok değişikliği ve yeniliği beraberinde getirmiştir. İslamiyet’e geçişle birlikte, yeni dinin etkisiyle kültüre eklenen yeni unsurlar, yeni kelimelere de ihtiyaç doğurmuştur. Değişen kültürle beraber, yeni dinin esaslarına göre yaşamaya başlayan cemiyetin, İslâm Kültürü’nün özelliklerini taşıyacak yeni kelimelere ihtiyaç duyması pek tabiîdir. “Zira dil, duygu ve düşüncenin âdeta kalıbıdır. Bir milletin bütün duygu ve düşünce hazinesi, dil kabına veya kalıbına dökülür ve bu dil kabı ile yerden yere, nesilden nesile aktarılır”.[10]

Fert-cemiyet-devlet, varlıklarını sağlıklı bir şekilde devam ettirmek için meydana gelen kelime ihtiyacını çözmekle mükelleftir. Çünkü bu üçlü ilişkide ferdin, cemiyetin ve devletin birbirinden farklı ama birbirini tamamlayan görevleri vardır. Herhangi birinde meydana gelebilecek aksaklık ferdin, cemiyetin ve devletin bütününde hasarlara yol açabilir. Bu ihtiyaç, daha çok kişiler arası münasebeti sağlıklı bir şekilde devam ettirmek içindir. Devlet, cemiyet ve fert muhatabını tanırken ve onunla ilişkide bulunurken temas ettiği varlığın konumunu ve vasfını bilmek zorundadır. Aksi hâlde rol karmaşası oluşur ve bu durum ikili ilişkilerin tıkanmasına sebep olur. Zaten bay ve bey kelimelerini Orta Asya’da eş zamanlı kullanılması, bu durumu önlemek içindi. Bey daha çok devletin idarî ve askerî kanadını oluşturan ülkenin varislerini ifade etmede kullanılırken, bay; dinin toplum üzerinde oluşturduğu değerleri karşılamada kullanılmıştı.

“Efendi” kelimesinin dilimize girmesi, değişen kültürle beraber, bu kelimeye duyulan zorunlu ihtiyaç ve sosyal hayatın sağlıklı işlemesinin temini için olmuştur. Dilimize giren bu kelime İslam Kültürü’nün etkisiyle, daha çok soyut duygular, zevkler ve mânevî değerleri karşılamak için olmuştur. Efendi kelimesinin; hem anlam itibariyle; “(sıf.) terbiyeli, edepli, ağırbaşlı ve vakûr, çelebi”[11] mânâsına gelmesi hem de İslam ahlâkını benimseyen, İslam dininde vazifeler üstlenmiş fertler için kullanılması tespitimizi doğrular.

Coğrafyanın dil üzerindeki rolü sebebiyle, efendi kelimesi Yunancadan alınmıştır. Bu, devletimizin Bizans’la hemsınır olmasından kaynaklanır. Zamanın ve mekânın (tarih ve coğrafya) milletlerin kültürü ve dili üzerindeki etkisinin bir yansımasıdır.   Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi, içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır. Her medenî milletin konuşma ve yazı dili, karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan her milletin dili, o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin âdeta özetidir”.[12]

 

            Osmanlı Devleti’nden itibaren efendi; manevî ve ahlâkî yönü zengin kişileri, bey; kültürlü, varlıklı, idarî ve askerî yönüyle cemiyetçe değerli görülen kişileri, “bay; zengin”[13]kişileri karşılamaktadır. Her bir kelime cemiyetçe, maddî-manevî-içtimaî özellikleriyle toplumun ileri gelenleri için kullanılmıştır. Bu durum bize; efendi, bay ve bey kelimelerinin, benzer özellikler taşısalar bile maddî-manevî-içtimaî açıdan derece yönüyle farklı özelliklere sahip fertler için kullanıldıklarının en basit göstergesidir. Prof. Dr. Esad Coşan, kültürün kademeleri ve unsurlarını izah ederken; “İnsan ihtiyaçları üç grup hâlinde düşünülebilir: Maddî, içtimaî ve ruhî” der ve açıklar:

A.      Maddî İhtiyaçlar

İlk ve aslî olandır ve yaratılışın icabıdır. Yeme, soğuk sıcak hava şartlarına karşı giyinme, barınma, neslin devamı için eş bulma ihtiyacı gibi. Bunların cinsi, şekli, tarzı, ölçüsü kültürün ilk unsurlarıdır. Bu ihtiyaçların tatmini yükünden kurtulamayan toplumların kültürleri ilkel seviyede kalır. Ancak bunları aşabilen toplumlar ince, yüksek işlenmiş kültür mahsulleri verebilir.

B.      İçtimaî İhtiyaçlar

İş bölümü, yardımlaşma öğretim ve öğrenim, adalet, haklar ve ödevlerin tespiti gibi şeyler olup bunları karşılamak için bunları uygulamak için kurulan içtimaî müesseseler, eğitim şekilleri, örf, âdet ve hukuk, ahlâk sistemleri, çeşitli teşkilatlar, kültürün ikinci kademedeki unsurlarıdır. Bunların çokluğu, girift ve mükemmel oluşu nispetinde o kültürün değeri yükselir.

C.     Ruhî İhtiyaçlar

Acz, korku ve hayretten kurtulmak, istikbâl ve âkıbet hakkındaki endişeleri gidermek, devamlı bir iç huzura kavuşmak, kendini anlatabilmek gibi şeylerdir. İnsan meçhulleri bilmek, anlamak, anlatmak, korkulardan kurtulmak, eğlenmek ve sevinmek ister. Bunları tatmine yarayan tahayyül, felsefe, sanat, din ve inanç gibi vasıflar çok önemli olup bazen bütün kültüre asıl rengini veren, onun özünü ve mayasını teşkil eden unsurlar olur."[14]

 

Buradan hareketle Osmanlı Devleti’nde bay kelimesi kültürün tabanı oluşturan ve daha çok maddî değerlere önem veren fertleri karşılamaktadır ve kararınca değer verilmesi hâlinde cemiyet için önemlidir. Bey ise cemiyeti idare eden yöneticilere verilmiştir. Gerçektende Osmanlı’da, cemiyetin ihtiyacı olan; müesseseler, eğitim ve öğretim, hak ve ödevler, adalet ve hukuk yönetim tarafından karşılanmıştır. Efendi kelimesi ise cemiyetin manevî ihtiyaçlarını gideren ve kültürün özünü oluşturup ruhî ihtiyaçları karşılayan dinî liderlere verilmiştir. Böylece Osmanlı’da fertlerin; maddî-manevî-içtimaî ihtiyaçları, kültürün her kademesinde, bu kelimelerin mânâlarıyla vasıflanan kişilerce temsil fırsatı bulmuştur. İşte bunun içindir ki Osmanlı Devleti bütün dünyaya örnek bir medeniyet oluşturabilmiştir. Ve “Türk cemiyeti, medenî inhitata rağmen, Tanzimat’a ve hattâ Cumhuriyete kadar bu yüksek vasıflarını büyük bir nispette muhafaza edebilmiştir”.[15]

 

            Batıda, Sanayi inkılâbının başlaması ve coğrafî keşiflerin yapılmasıyla beraber Avrupalı devletler ileri düzeyde maddî güç elde etmişti. Öte yanda Osmanlı Devleti; savaşların uzun sürmesi, kaybedilen savaşlarla beraber ganimetlerin azalması, cülus bahşişlerinin artması, ticaret yollarının yön ve el değiştirmesi, kapitülasyonlar nedeniyle gümrük vergilerinin azalması gibi nedenlerden dolayı ekonomik açıdan iyice gerilemişti. Bu durum karşısında kendini yenileyemeyen ve ilerletemeyen Osmanlı, ilk olarak ekonomik alanda Batıya yöneldi. Avrupa’ya birçok alanda uzmanlaşmak için öğrenciler gönderildi. Burada amaç Avrupa’daki teknolojik yenilikleri yerinde takip edip bunları kendi ülkesinde hayata geçirerek devleti yeniden eski gücüne getirmekti. Bütün uğraşlara rağmen devlet eski gücünü elde edememişti.

 

Daha önce de bahsettiğimiz gibi kültürün tabanını oluşturan maddî ihtiyaçlar karşılandığı takdirde ileri düzeyde cemiyettin huzurundan bahsedilebilir. Aksi hâlde bu durum cemiyeti rahatsız ettiği gibi kültürün bir üst unsuru olan içtimaî alanda da devlette değişiklik yapma ihtiyacı doğurabilir. Nitekim Osmanlı devleti bütün çabalarına rağmen Batı karşısında denk bir güç elde edemeyince içtimaî alanda ilk olarak Tanzimat Fermanını ve daha sonra Islahat Fermanı’nı yayınlamak zorunda kaldı. Bunları, ilerleyen yıllarda 1. ve 2. Meşrutiyet’in ilanı takip etti. Bütün bunlarda, Fransız İhtilali ile dünyaya yayılan milliyetçilik fikri de etkili olmuştu. Böylece Osmanlı Devleti’nde ekonomik alanda yapılan değişiklikleri ve yenilikleri, içtimaî alanda yapılan değişiklik ve yenilikler takip etti. Bu dönemde devlet; askerî, idarî, siyasî, adlî ve eğitim alanında kendi eliyle birçok ıslahat yapmak zorunda kaldı. Birçok alanda yapılan bu ıslahatlar, cemiyetin gözünde idarî ve siyasî otoritenin kaybolmasını hızlandırdı. Maddî şartların kötüleşmesiyle başlayan bu gerileme, içtimaî alanda da kendini gösterdikten sonra eğitim alanında da bozulmaları peşinden getirdi. Eğitimde başlayan kötüleşme birçok müessesenin önemini ve değerini kaybettirdi. Bozulan müesseseler cemiyetin manevî yönden zayıf düşmesine ve kültürün zirvesini oluşturan değerlerin kaybolmasına neden oldu. Maddî ve içtimaî hayatın bozulması; devlet başkanlarının ve dinî liderlerin cemiyet üzerindeki otoritesini ve saygınlığını azalttı. Osmanlı’da kültürün manevî ve içtimaî tarafını fert bazında temsil eden liderlerin cemiyet üzerindeki saygınlığını kaybetmesi, bu liderler için kullanılan efendi ve bey kelimelerinin de manasını daraltmıştır.

 

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla kurulan yeni devlet; birçok alanda yaptığı inkılâplara, Osmanlı’da olduğu gibi devlet eliyle devam etmiştir. Cumhuriyet döneminde yapılan inkılâpların yönünü Prof. Dr. Erol Güngör şöyle izah eder: “Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kültür politikasının, kuruluşundan bu güne kadar, iki ana kaynağı olmuştur. Bunlardan birincisi Cumhuriyetten önce başlayan ve onunla birlikte devam eden “Milliyetçilik”, ikincisi ise yine Cumhuriyetten önce başlayan ve onunla birlikte devam eden “Batılaşma” politikasıdır”.[16] Yani Cumhuriyet döneminde kültür dünyamızda yapılan inkılâplar, daha çok uygulama alanındaki değişikliklerle devam edilmiş ve Osmanlı Devleti zamanında başlayan ıslahatların farklı ve kapsamlı bir yönü olmuştur. Zaten “Cumhuriyetçiler; İkinci Meşrutiyet inkılâbını yapan neslin harpten sonra ayakta kalmış olanlarıydı”.[17]  Bu dönemde özellikle rejim değişikliğinin etkisiyle daha radikal inkılâplar yapılmaya başlanmıştır. Çünkü kurulan yeni devletin idarî, dinî, içtimaî yönü Osmanlı’ya göre çok daha farklı idi. Cumhuriyet dönemi inkılâpçıları, Osmanlı döneminde; fert, cemiyet ve devletin refah seviyesini yükseltmek için, kültürün maddî ve içtimaî alanında yaptığı değişiklikleri, kültürün ruhî kanadı olan din ve inanç değerlerinde yapılan değişikliklerle devam ettirmiştir. Çünkü Cumhuriyet inkılâpçıların kanaatine göre, geri kalmanın nedeni “Türklerin Osmanlı zamanında ilim ve fen yolunu bırakıp dinle uğraşmaları, softaların ve cahil padişahların elinde esir olmalarıdır”.[18] Prof. Dr. Erol Güngör, Cumhuriyet inkılâpçılarının bu fikirlerinin eylem aşamasını şu cümlelerle açıklar: “ Şimdi Türk Milleti onların elinden kurtulduğuna göre, artık medeniyet ve irfan yolunda büyük adımlar atmanın zamanı gelmiştir. Bunlar neler olmalıdır?

 

1.      Her şeyden önce din devlet hayatından ve sosyal hayatımızdan çekilmelidir. Din bir vicdan işidir, dolaysıyla ferdin kendine ait bir meseledir.

2.      Dinin bu şekilde ele alınması, her şeyden önce din ile ilgili kurumların ve kişilerin millet hayatında etkili olmasını önlemek demektir. Özellikle bu konuda milletimizi uyandırmak üzere, geçmişteki kötülüklerin hep din adamlarının din namına yaptıkları hareketlerden ileri geldiği anlatılmalıdır.

3.      Geçmişte softaların ve padişahların idaresi Türk Milleti’ni gerilik yoluna sokmakla kalmamış, onun hâkimiyet hakkını da elinden almıştır. Hâlbuki Türk Milleti’nin karakterinde Cumhuriyet rejimi vardır.

4.      Eğitim mutlak surette lâik, yani dinî unsurlardan temizlenmiş olması lâzımdır. Bunun başlıca yolu da her seviyedeki öğretmenleri Cumhuriyet inkılâbına inanan kişilerden almak, devletin mutlak idare ve kontrolü dışında hiçbir eğitim müessesesine izin vermemek gerekir”.[19]

 

İlerlemeyi daha çok pozitivizmde ve materyalizmde arayan ve inkılâpları bu kapsamda yapan Cumhuriyet inkılâpçılarının bunu yapmalarında pek çok neden vardı. Prof. Dr. Erol Güngör bu durum hakkında ki kanaatini şöyle açıklar: “ En büyük sebep Cumhuriyet ile Hilâfet ve Saltanat zıtlaşmasında yatmaktadır. Cumhuriyet Osmanlı siyasî ve sosyal rejimine karşı bir hareket olarak ortaya çıktı; bu yeni hareketin kendini yerleştirmesi ve kabul ettirmesi her şeyden önce kendi zıddı veya rakibi olanı tamamen saf dışı etmesine bağlı görüyordu. Tıpkı iktidarda birini takip eden siyasî partiler örneğinde olduğu gibi, Cumhuriyetçiler de kendilerinden öncekilerin dayandığı veya öyle zannedilen müesseselere karşı şiddetle cephe almayı, eski rejimin dayanaklarını ortadan kaldırmayı denediler. Din bunların biri ve beklide başlıcası idi”.[20]  

Bütün bunları anlatmamızın sebebi Cumhuriyet döneminde yapılan inkılâpları değerlendirmek, irdelemek doğru ya da yanlış olduğu kanaatine varmak için değildir. Asıl amacımız Osmanlı döneminden başlayıp Cumhuriyet döneminde devam eden ve devlet eliyle yürütülen bu inkılâpların, kültürümüzü nasıl etkilediği; değişen kültürle beraber cemiyetin ve onu oluşturan fertlerin bu durumdan nasıl etkilendiği hakkında değerlendirme fırsatı elde etmektir.

Yapılan inkılâpların doğru ya da yanlış olmasından ziyade önemli bir gerçek var ki o da; Cumhuriyet İnkılâpçılarının, pozitivizm ve materyalizm etkisinde kalarak insanı tek yönüyle ele alıp, oluşan yeni kültürü madde üzerine yapılandırmak istemesi ve o dönemde yapılan inkılâplarda, cemiyetin iç huzura kavuşmasında en önemli ihtiyacı olan ve kültürün en üst unsurunu oluşturan dinî, manevî, ahlâkî değerler üzerinde durmaması hatta bu değerleri ilerlemeğe engel kabul edip cephe almasıdır. Öyle ki meselenin daha iyi anlaşılması için Prof. Dr. Osman Turan’ın ‘Din Hürriyetine Yasaklar’ başlıklı yazısından bir bölümü sizlerle paylaşmak yeterli olacaktır kanısındayız. “Türkiye’de devlet resmî mekteplerde din tedrisatına müsaade etmediği gibi, Diyânet teşkilatına da bu hakkı tanımamış ve dinî bir cemiyet kurmak yasak edildiği için de tabiatıyla, bu babda hususî teşebbüs de bahis mevzuu olamamıştır. Daha kötüsü, tarihî vakıf teşkilatına, Diyânet müessesesine ve hususî bir cemiyete bahşedilmeyen bu hakkın ferdî teşebbüsler de yasak olmasıdır. Gerçekten en basit bir din bilgisi temin maksadıyla vatandaşın faydalanmak istediği mahalle imamları ve hattâ yaşlı komşular bile sıkı bir takipten ve kanunsuz hapisten kurtulamamışlardır”.[21] Oysa cemiyetlerin devamı için olmazsa olmaz olan kültürün tarifini yaparken Prof. Dr. Mümtaz Turhan, ilk olarak şu ifadelere yer verir: “Kültür, bir cemiyetin sahip olduğu maddî manevî kıymetlerden teşekkül eden bir bütündür”.[22] İşte Cumhuriyet dönemi inkılâpçıları, kültürün manevî kanadını devletin kalkınmasına engel görmeleri nedeniyle ihmal etmiş ve bu ihmalin sonucunda cemiyette oluşacak manevî buhranı görememişlerdir.

 

Toplumların ayağa kalmasında ve yüksek bir kültür oluşturabilmesinde her bir ferdin ve topyekûn cemiyetin maddî-içtimaî-manevî bütün ihtiyaçları karşılanmalıdır. Bu yüzden Osmanlı’ döneminde başlayıp Cumhuriyet döneminde devam eden inkılâplar, bütün bu değerleri kapsar nitelikte olduğu takdirde, arzulanan Çağdaş Uygarlıklar Seviyesinin ürerine çıkılabilirdi. Çünkü bir milletin maddî olarak güçlenmesi, o toplumum evvela ahlâkî açıdan ilerlemesine bağlıdır. Bu meseleyle ilgili olarak yine Prof. Dr. Osman Turan şöyle der: “Manevî kalkınmanın esasını ahlâkın teşkil edeceği aşikârdır. Hattâ sarsılan mefkûrenin yeni bir hüviyet ve kudretle bizzat maddî kalkınmanın başlıca âmillerinden birini teşkil edeceği, ilim ve kültürün yükselmesinde bile bu muharrik kuvvetin zarurî olduğu şüphesizdir. Gerçekten hayır, fazilet, hakikat ve feragat duygularını geliştiren bir mefkûrenin câzibesine bağlanmadıkça ve yüce aşkların zevkini tatmadıkça insanoğluna has olan yaratıcı cevher paslanmaya, kabiliyetini kaybetmeye mahkûmdur. Böylece millet ve medeniyetlerin en kıymetli sermayesi olan insanı ilim, fikir ve sanat adamlarını yetiştirecek esas âmil körlenmiş olur.  Diğer taraftan böyle manevî sukut insanı maddenin ve geçici kaba zevklerin esiri olarak mânen tatmin edilmemiş bir hâle sürükler; bedbaht kitlelerin zuhûruna sebep olur”.[23]

 

İşte Cumhuriyet döneminde birçok alanda ihmal edilen insanın manevî yönü, efendi ve bey kelimelerinin de içini boşaltı. Çünkü fertler cemiyetleri, cemiyetler devletleri oluştururken; devletler cemiyetlere, cemiyetler kendini oluşturan fertlere etki ederek, onları yönlendirirler. Bu paralelde düşünecek olursak, efendi ve bey kelimelerinin anlamlarını neredeyse kaybedilmesi yahut da bu kelimelerin bay kelimesi gibi kullanılması, bu ünvanları taşıyan fertlerin kendilerinden kaynaklanan bir mesele değil, devletlerin; amaç ve emellerinde, eğitim ve ahlâk anlayışında, kendini oluşturan cemiyetten beklentilerinde, kısacası istedikleri hayat tarzında, dünya görüşü ve inanç anlayışında yani devletin mefkûresinde meydana gelen değişimin bir sonucudur.

 Zaten yazımızın başında da belirttiğimiz üzere, ifade etmek istediğimiz asıl mesele efendi ve bey kelimelerinin kelime olarak yok olması değil, bu kelimelerin muhtevalarında barınan erdemlerin fertlerin sıfatında kaybolmasıdır. Bu gün efendi ve bey kelimelerinin her ikisi de muhtevasını kaybetmiş ve dilimizde bay kelimesinde anlam bulan ifadeyle, sadece birbirlerinin yerine kullanılan hitap sözcükleri olarak kalmıştır. Kısaca, efendi ve bey kelimesinin bizim kast ettiğimiz anlamıyla cemiyetler tarafından artık kullanılmaması, bu kelimelerin mânâsında var olan; ağırbaşlı, çelebi, incelikli, kibar, terbiyeli, edepli, ileri gelen, sözüne değer verilen ve sözü yerine getirilen, eğitimci gibi erdemlerin fertler üzerinde yok olmaya yüz tutması, diğer bir ifadeyle, insanın, manevî değerlerini kaybetmesi, ruh mefhumundan çok uzak, sadece maddeden oluşan bir varlık olarak görülmesi demektir. Artık, efendi ve bey kelimelerinin, bay ünvanında anlam bulan; zengin, mal-mülk sahibi, varlıklı olmak gibi maddi değerlerin gerçekten de günümüz itibariyle cemiyetin birçok ferdi tarafından değer görmesi, yapmış olduğumuz değerlendirmeyi desteklemektedir.

 

O hâlde millet olarak bu duruma gelmemizde, idarî ve siyasî iradenin yatığı inkılâplarda, insanı maddeden ibaret san(y)ıp, mânâyı (ruh) ihmâl eden tek boyutlu (maddî) ilerleme anlayışı, ahlâkî ihtiyaçları göremeyip tamamıyla bedenî ihtiyaçlara önem vermesi, eksik veya yanlış bir dünya görüşü ve inanç anlayışı benimsemesi etkili olmuştur diyebiliriz. Oysa burada idarî ve siyasî otoriteye düşen asıl görev, ilerlemeyi maddeye hapsedip kısıtlamak, böylece ferdî inançlara özel yaşantılara müdahale etmek değil, cemiyeti oluşturan bütün fertleri her yönleriyle tanımak, kabul etmek ve ilerlemeyi maddî-içtimaî ve ruhî ihtiyaçların bütününün karşılanmasında aramaktır. Nasıl ki Osmanlı’nın gerileme ve dağılma döneminde medreselerin fennî ilimleri ihmal edip sadece dinî ilimlere yönelmesi gerilemeyi durduramamış aksine ilerletmişse, Cumhuriyet dönemi eğitim müesseselerinin de dinî, ahlakî ve ruhî eğitimi ihmal edip sadece fennî ilimlere önem vermesi de ilerlemeye yetmemiştir. Bütün bu ifadelerimiz, özellikle eğitim kurumlarının yeniden fennî ilimlerin yanında toplumun bir o kadar ihtiyaç duyduğu manevî, dinî ve ahlâkî yönde de eğitim hizmeti vermesi gerektiğini işaret etmektedir. Ancak bunun neticesinde yeniden tam bir kültürden, ilerlemeden ve gelişmeden bahsedebiliriz. İşte o zaman insan, kültürün bütün unsurlarında temsil imkânı bulabilir; cemiyet de fertlere, ölçülü ve şuurlu bir şekilde, haklarının bir gereği olarak efendi ve bey kelimelerini muhtevasıyla birlikte geri verir.

 

                                                                                                          VOLKAN ARSLAN

 

KAYNAKÇA:

 

AYVERDİ İlhan, MİSALLİ BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK, Kubbealtı Neşriyat. 1. c A-G, İst–2005

COŞAN M. Esad, DİLİMİZ VE KÜLTÜRÜMÜZ, Server İletişim, İst–2008

ÇAĞBAYIR Yaşar, ÖTÜKEN TÜRKÇE SÖZLÜK, Ötüken Neşriyat. İst–2007

GÜNGÖR Erol, Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İst–2005

KAPLAN Mehmet, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları, sf. 152, İst–2007

R. M. MacIver, Charles H. Page, ç. Âmiran Kurtkan, CEMİYET, M.E Basımevi, sf. 76, İst–1971

Şemsettin Samî, Kamûs-ı Türk, 1.c, A-F, 1.bas. İst–1985

TURAN Osman, TÜRKİYE’DE MANEVÎ BUHRAN, Nakışlar yay, İst–1978

TURHAN Mümtaz, Kültür Değişmeleri, İst–1972



[1] R. M. MacIver, Charles H. Page, ç.  Âmiran Kurtkan, CEMİYET, M.E Basımevi, sf. 76, İst–1971

[2] R. M. MacIver, Charles H. Page, ç.  Âmiran Kurtkan, CEMİYET, M.E Basımevi, sf. 76, İst–1971

[3] KAPLAN Mehmet, Kültür ve Dil, Dergâh yay, sf. 144, İst–2007

[4] KAPLAN Mehmet, Kültür ve Dil, Dergâh yay, sf. 146, İst–2007

[5] Şemsettin Samî, Kamûs-ı Türkî,

[6] ÇAĞBAYIR Yaşar, ÖTÜKEN TÜRKÇE SÖZLÜK, ÖTÜKEN Neş. İst–2007

[7] AYVERDİ İlhan, MİSALLİ BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK, Kubbealtı Neş. 1. c A-G, İst–2005

[8] KAPLAN Mehmet, Kültür ve Dil, Dergâh yay, sf. 153, İst–2007

[9] KAPLAN Mehmet, Kültür ve Dil, Dergâh yay, sf. 143, İst–2007

[10] KAPLAN Mehmet, Kültür ve Dil, Dergâh yay, sf. 151, İst–2007

[11] Şemsettin Samî, Kamûs-ı Türkî, 1.c, A-F, 1.bas. İst–1985

[12] KAPLAN Mehmet, Kültür ve Dil, Dergâh yay, sf. 152, İst–2007

[13] Şemsettin Samî, Kamûs-ı Türk, 1.c, A-F, 1.bas. İst–1985

[14] COŞAN M. Esad, DİLİMİZ VE KÜLTÜRÜMÜZ, Server İ, İst–2008

[15] TURAN Osman, TÜRKİYE’DE MANEVÎ BUHRAN, Nakışlar yay, sf. 37, İst–1978

[16] GÜNGÖR Erol, Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, ÖTÜKEN, sf. 89, İst–2005

[17] GÜNGÖR Erol, Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, ÖTÜKEN, sf. 90, İst–2005

[18] GÜNGÖR Erol, Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, ÖTÜKEN, sf.92, İst–2005

[19] GÜNGÖR Erol, Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, ÖTÜKEN, sf.93, İst–2005

[20] GÜNGÖR Erol, Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, ÖTÜKEN, sf.94, İst–2005

[21] TURAN Osman, TÜRKİYE’DE MANEVÎ BUHRAN, Nakışlar yay, sf. 83, İst–1978

[22] TURHAN Mümtaz, Kültür Değişmeleri, sf. 56, İst–1972

[23] TURAN Osman, TÜRKİYE’DE MANEVÎ BUHRAN, Nakışlar yay, sf. 35, İst–1978